TÜRKİYE’DE FUTBOLA HAYAT VEREN HAKEM/ASTSUBAYLAR
Futbolun beşiği İngiltere olarak bilinir. Oradaki futbol aşkı çok ama çok başkadır. Seyircilerinin fanatikliği de dünyaca ünlüdür bu yüzden. Futbol tutkuları nedeniyle başı çeken, tanınan ve bilinen diğer ülkeler ise Brezilya ve Arjantin’dir. Latin ekolüdür onlar ve Dünya Kupalarının hâkimidirler adeta. Nedense, Brezilyalılar sambacı ekolleriyle biraz daha öne çıkarlar. Yoksul çocukların güce ve özgürlüğe ulaşma sevdasıdır futbolun samba tarzı. Varoşlarda mahalle maçlarıyla başlayan süreç, önce ülke kulüplerine sonra da dünya kulüplerine varışla bir efsaneye dönüşür. Başarabilenler, adeta tanrılaşır.
Dünya Kupasına ipotek koyan bir ülke de Almanya’dır. Futbolu, kendilerine özgü disiplinleri sayesinde bir makine işleyişiyle oynadıklarından dolayı, Alman ekolü, fazla büyüleyici bulunmaz. Yine de futbolun atasözlerinden birisi şöyledir: “Futbol, 22 kişinin 90 dakika boyunca mücadele ettiği ve sonunda hep Almanların kazandığı bir oyundur. “ (Gary Lineeker)
İş futbolun gerçek bir sanayi dalına dönüşmesine geldiğinde, başı çeken iki ülke vardır: İspanya ve İtalya. Bugün dünyanın en büyük kulüpleri olarak tanınıp bilinen kulüpler, bu ülkelerin kulüpleridir. Real Madrit, Barcelona, Valencia, Milan, İnter, Juventus ve Roma…
Tüm dünyayı saran futbol çılgınlığı kimi zaman savaşları bile durduracak denli etkili bir güç olmayı başarabiliyor.
Bu belli başlı ülkelerden sonra akla gelen, futbolun tutkuyla sevildiği ilk ülke herhalde Türkiye’dir. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor sevgisi bu ülkede siyasetten de, ticaretten de üstün bir yerdedir. Asgari ücretle çalışanlar, haftalıkla ve sigortasız çalışanlar ve hatta hiçbir işi gücü olmayıp oradan buradan geçinerek yaşayanlar bile kendileri için çok değerli olan paralarının önemli bir bölümünü ya da tamamını hiç düşünmeksizin maç biletine harcayabilirler. Üstelik gerekirse bunu karaborsa bilet almak yoluyla da yapabilirler. Önemli olan o stadyuma girebilmek ve tribünlerin o ateşli büyüsünde alabildiğince haykırabilmektir. Heyecanı, tutkuyu, öfkeyi ve sevinci coşkun bir sel gibi doksan dakika boyunca yüreğinde hissedebilmektir.
Bugün Türkiye’de de futbol tam anlamıyla bir sanayi olmayı başarmıştır. Milyonlarca insan, gönül verdiği futbol kulübünün maçlarına gidiyor, stadyumları dolduruyor, kulübün renklerini taşıyan sembol ürünlere para harcıyor, gazetelerde yorumlar okuyor, televizyonlarda saatler süren tartışmaları soluksuz izliyor… Hatta kimi zaman oynanan maçlarda kulübüne haksızlık yapıldığını düşündüğünde sokaklara taşıyor, eylem ve protestolar yapıyor. O kadar ki, insanlar; mesleki haksızlıklara uğradıklarında bile bu denli organize olmayı başaramazken, futbolda işler değişiyor, akan sular duruyor. Kendisine yapılan haksızlığa ve zulme bu denli öfkelenmezken, kulübüne yapılana kesinlikle kayıtsız kalmıyor. Yakıyor, yıkıyor, dövüyor, sövüyor…
Futbolcular ise adeta ilahlaştırılıyor; kramponları, terli formaları, şortları kapışılıyor. Ünlü futbolcuların imzaları büyük değer taşıyor. Gençler, futbol yıldızlarına özeniyor, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yaşamak istiyorlar. Futbolcular ise iç çamaşırlarından kramponlarına değin reklamlar alarak, güçlerine güç, paralarına da para katıyorlar.
Futbolu bu denli büyüleyici kılan unsurların en başında ise tartışılabilir ve konuşulabilir olması geliyor. Bunu da hakemler sağlıyor. Düşünün bir, bugünkü teknolojiyle, isterseniz maçları bilgisayarlarla ve belki de robotlarla yönetebilirsiniz. Böylece ofsayttı, goldü, penaltıydı, hayır yok değildi gibi tartışmaların hepsine son noktayı koyabilirsiniz. Fakat FİFA, futbolun etkileyici güzelliğinin tam da buradan kaynaklandığını düşünüyor. Kitleleri ateşlemesinin ana sebebi olarak tartışılabilir ve konuşulabilir olmasını görüyor. Bir futbol maçı belki de hayatı ve insanı en iyi anlatan en görkemli tiyatro gösterisidir… İnsanoğlunun tüm günah ve sevaplarıyla tam da bir insan olarak yer aldığı muhteşem bir gösteri! Daha fazla ne söylenebilir ki?
Yetmişli yıllarda ve tabi ki çocukluk çağlarımda ben de mahalle aralarında top oynardım. Üstelik her ailede olduğu gibi babamın karşı çıkmasına rağmen! Babalar futbolcudan adam olmayacağını düşünürler ve top tepmektense okumamızı isterlerdi. Biz ise mahalle pazarlarından aldığımız plastik toplarla, bulduğumuz her düzlükte maçlar yapardık. Gerçek futbol topuna sahip olmak bir ayrıcalıktı. O muhteşem topa sahip olanlar, tıpkı Romalı diktatörler gibi her türlü üstünlüğü ele geçirirlerdi. Takımı onlar kurar, istediği oyuncuyu onlar alır ve hatta tartışmalı pozisyonların doğrusuna onlar karar verirdi.
Ailesi daha anlayışlı olanlar biraz daha şanslıydı. Babaları ellerinden tutar ve bir spor kulübünün altyapısına ya da futbol okuluna kaydettirirlerdi. Bir şekilde lisanslı futbolcu olmayı başarırlardı sonunda.
Birbirine yakın mahalleler, kendi aralarında, mahalle maçları tertiplerdi. Kadrolar belirlenir ve yeşil çimenler üstünde kıyasıya bir maç yapılırdı. En ufak bir tartışmada ise maç biter ve iş, mahalle kavgasına dönerdi. Taşlar ve sopalarla devam ederdi mücadele. O maçlardaki tartışmalı pozisyonların akıbetini hep güç belirlerdi. İşte o günlerde aslında hakemliğin ne denli önemli bir iş olduğunu da yaşayarak öğrenmiş oluyorduk. Eğer bir futbol maçı varsa, yirmi iki futbolcudan gayrı bir de hakem olmadığı takdirde o maç, kesinlikle kavgasız bitemezdi. Hakem, maçın otoritesiydi. Futbolun yaşamını sürdürebilmesi için en vazgeçilmez unsurdu.
Türkiyemizin futbol tarihine şöyle bir baktığımızda gördüğümüz şey, hakemlerin hep en tartışılan kişiler olduğuydu. Kimse, kendi futbol takımının yöneticisini, oyuncusunu ve hocasını bu kadar kolay suçlamıyordu. Çünkü onların yaptıkları o kadar gözler önünde değildi. Oysa hakemler onca seyircinin ortasında ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde karar vermekteydi. Yanlışıyla ve doğrusuyla, futbolun kurallarını anında uygulamakta ve sonuca da o denli tesir etmekteydi. Onun yaptıkları herkesin gözü önünde cereyan ettiğinden dolayı hep ilk önce o tartışılıyordu. Yenilgilerin sorumlusu kolayca hakem oluyordu. Hatta bir maç çığırından çıktığında, maçı çığırından çıkaranın hakem olduğu bile çok kolay söyleniyordu. Oysa onca futbolcu ve onca seyirci acaba kendi yaşamlarında bir futbol hakeminin davrandığı kadar adil ve eşit davranabiliyor muydu? O denli çabuk karar verip sorumluluğunu da alabiliyor muydu?
Keşke etkili ve yetkili mevki, makam sahibi kişiler de tıpkı bir futbol hakemi kadar adil olmayı başarabilselerdi diyor insan. Belki de bu ülkedeki adaletsizliğin, haksızlığın önü kesilirdi. Keşke karar vericiler, tıpkı hakemlerimiz gibi onca kalabalığın içinde, herkesin ortasında, herkesin gözü önünde karar verebilecek denli cesur olabilselerdi.
Bu nedenledir ki, hakemleri bu ülkenin en kutsal bireyleri saymamız gerektiğine inanıyorum.
Türkiye’de futbol hakemliği söz konusu olunca akla ilk olarak asker kökenli hakemler geliyor ister istemez. Özellikle de asıl mesleği assubaylık olup onlarca yıl futbol sahalarında adalet dağıtan mümtaz kişiler ve kişilikler. Düşünün bir, ta 1960’lı yıllardan bu yana hakemlik camiasında etkin olmuşlar. Ses ve söz sahibi olmuşlar. Kimsenin gitmediği yerlere gitmiş, maçlar yönetmişler. Kimi zaman kavgaların ortasında kalmışlar. Kimi zaman verdikleri kararlar değil, kişilikleri ve hatta özel yaşamları tartışılmış. Tüm bunlara rağmen hem meslek yaşamlarını hem de spor yaşamlarını sürdürmeyi başarmışlar. Verdikleri kararları tartışabilirsiniz ama onurlu ve dik duruşlarını asla. Onları diğerlerinden ayıran en temel özellik de bu zaten. Verdikleri her kararın arkasında olabilecek denli cesur ve vicdan sahibi olmaları.
Futbolun yetkili ağızları açıkça söylüyor, asker hakemler olmasaydı, özellikle Türkiye’nin doğusunda futbol diye bir şey olmazdı. Olsa olsa futbol anarşisi olurdu. Bugün Türkiye’de doğudan batıya futbolda aynı standartlar söz konusuysa, bunda asker hakemlerin ve de özellikle assubay hakemlerin katkısı çok büyüktür.
Genelkurmay Başkanlığı, futboldaki bazı gelişmeler nedeniyle 2002-2003 Futbol sezonunun bitiminden itibaren, asker hakemlerin sayısını azaltma yönünde karar aldı ve uygulamaya koydu. Dönemin Genelkurmay başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, durumu şöyle açıklıyordu:
“Bize, Anadolu’daki tüm maçların asker hakemler sayesinde yürütüldüğünü söylüyorlar. Asker hakemlerin sahalarda bulunuşu disiplini sağlıyor, diğerleri yürütemez, başka türlü maçlar bitmez diyorlar. Ancak, Genelkurmay olarak şu anki kararımız budur. Liglerde asker hakem kalmayacak. 2002-2003 sezonundan sonra futbol liglerinden asker hakemleri çekiyoruz, mevcut hakemlerimizin 3’te 1’ini çektik. 3’te 1’ini de bu sezon sonunda çekeceğiz. Gelecek sezon sonunda da liglerde asker hakem kalmayacak”
Peki, neydi Genelkurmayı bu duruma yönlendiren sebepler? Elbette ki, öncelikle sahalardaki küfürlü, hakaretli ortam! Bir de şaibeli maç dedikoduları, şike hikâyeleri gibi durumlar. Genelkurmay tüm bunlardan rahatsız oluyordu. Sahada otoriteyi sağlayan hakem aynı zamanda Türk Silahlı Kuvvetlerini temsil ediyordu. Maçtan sonra, göreve gittiğinde, askeri üniformasını giyiyordu. Dolayısıyla, bu tip olaylarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kurumsal kimliğinin zedelendiğini düşünüyordu. Türkiye halkının sevdiği, saydığı ve destanlaştırdığı ordusu, hakem olayları yüzünden saygı erozyonuna uğruyordu. Hatta bunun en bariz örneği, bir hava astsubayı ve hakem olan Erol Ersoy ile Galatasaraylı dünya yıldızı futbolcu Hagi arasında yaşanan olaydı. 2001 yılında oynanan maçta Hagi, hakem Erol Ersoy’a tükürmüş ve olay yeşil sahalardan mahkemelere taşınmıştı. Basın ise işi iyice azıtmış, “Rumen Subay, Türk Subayına tükürdü” diyecek kadar sınırları zorlamıştı. Belki de asker hakemlerin yeşil sahalardan uzaklaştırılmasının en gerçekçi sebebi buydu.
Futbol ve hakemlik konusunda (ve halde görev yapması nedeniyle, sebze ve meyve ile alakalı olarak halk sağlığı konusunda) büyük üstat sayılan en dobra ve en delikanlı hakemlerimizden Erman Toroğlu ise olaya çok farklı yaklaşıyordu.
“Futbol oynadığım yıllarda, maçlarıma tayin edilen hakem ve yardımcılarına bakardım. Çok subay ve astsubay hakem vardı. Sonralarda işin içine biraz daha girince baktım ki, astsubay hakemler olaya hâkim olmuşlar. Türkiye'de hakemliği onlar yönlendiriyor. Yani iş neredeyse tekel olmuş. Orduda görev yapmak çok önemli bir faktör! Zaten işin çok zor… Nöbetin var, Türkiye konum itibariyle kritik bir yerde. İkinci bir meslek gibi hakemliği yapmak olmayacak bir işti. Nitekim Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içinden sağduyu sahibi komutanlar da aynı fikirde oldu ve bu iş bitti.”
Hatta daha da ileriye gidiyor, işi hakemlerin profesyonel olmasını isteme noktasından öte, asker ve polis düşmanlığına taşıyordu. Belli ki, yıllardır asker hakemlerin hakemlik müessesesine hâkim olması onu oldukça sinirlendirmiş ve her nedense içinde intikam kıvılcımları tutuşmuş:
"Askeri hakemlerin görevden çekilmesini onaylıyorum. Türkiye'de hakemlik yıllardır asker hakemlerin hegemonyasında. O kadar spor akademileri var, mezunların hiçbiri hakem olamıyor. Bunların imtihanını yapan vatandaş asker kökenliyse, ona öncelik tanıyor. Sakın bana imtihan neticelerini bilgisayar belirliyor demesinler! Niye askeri yıpratıyorlar anlamıyorum. İlla hakemlik yapmak istiyorlarsa istifa ederler, hakemlik yaparlar.
Genelkurmay'ı yanlış yönlendiriyorlar. Asker hakemler olmazsa özellikle 2., 3. lig ve amatör küme yürümezmiş. Eğer asker hakemler olmayıp da bu ligler yürümeyecekse, zaten biz ölmüşüz demektir.
Askerin ve polisin liglerde görev alması mahsurludur. Bir astsubay şehre maç yönetmeye gidiyor. Gittiği şehrin takımı da zor durumda! Kolordu komutanı da soyunma odasında girdi, 'Nasılsın evladım' dedi. Assubay arkadaşlar bundan etkilenir mi, etkilenmez mi? Astsubaylık çok şerefli bir meslek, ama arada teknik bir konu var. Yıllarca assubaylık yapan bir arkadaş, üniversiteyi yeni bitirmiş 22 yaşında asteğmen olan birinin emrine otomatik olarak giriyor. Ne derseniz deyin, psikolojik olarak etki yapar. Bu haliyet-i ruhiye içinde olan bir insana Allah'tan sonra dünyadaki en etkili ve kararına itiraz edilemez olan hakem düdüğünü verirseniz, bu arkadaşlar psikolojik olarak otorite zaafına düşmezler mi? Bence düşerler. Yüzde bir hariç, hiçbiri sahadaki otorite konusunda (futbolcu, seyirci, basın hepsi dâhil) başarılı olamadılar.